Terör Örgütüne Karşı Uygulanan Mevcut Stratejiye İlişkin Değerlendirme
26.01.2024

Terör Örgütüne Karşı Uygulanan Mevcut Stratejiye İlişkin Değerlendirme



            Türkiye Cumhuriyeti; üç kıtanın birleştiği, üç tarafı denizlerle çevrili, tarih boyunca bütün güç savaşlarının yoğun olarak yaşandığı, doğal enerji kaynaklarına sahip, ve buna bağlı olarak stratejik ulaşım yollarının kesiştiği bir coğrafyada yer almaktadır. Emperyal güç olarak kabul edilen ülkeler özellikle bölgede mevcut ve daha yıllarca tükenmeyecek söz konusu doğal kaynakları kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak için yeri geldiğinde ya açıkça ya da üstü örtülü şekilde terör örgütlerine destek verebilmektedirler. Bunun en bariz örneği, ABDnin, Suriye Savaşı sonrası ortaya çıkan ve Türkiye’nin tüm dünyaya haykırarak ifade ettiği, PYD/YPG terör örgütüne verdiği destektir. Bu destek kapsamında, bölgenin istikrarsızlaşması, DEAŞ terör örgütü ile mücadele bahanesiyle Suriyenin doğusunda neredeyse topraklarının yarısını kapsayacak şekilde bir terör örgütünün nüvesini oluşturacağı bir mini devlet kurulması için ABD’nin çaba harcadığı görülmektedir.

          

            Suriye Savaşı’nın 2011 yılında başlamasıyla bölgede oluşan kaos ortamı, DEAŞ tehdidinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. ABD ve İngiltere liderliğinde oluşturulan DEAŞ ile mücadele koalisyonu, Irak'a da sıçrayan bu tehdidi bertaraf etmek üzere yoğun bir mücadeleye başlamıştır. Türkiyenin de içinde olduğu koalisyon kapsamında terör örgütünün son kalesi ve başkenti olarak kabul edilen Rakkanın harabeye çevirilerek düşürülmesi sonucu DEAŞ dağılmış ve yakalanan teröristler çeşitli hapishanelerde kontrol altına alınmışlardır. DEAŞ ile ortak mücadele için başlangıçta ABD ile yapılan müzakerelerde hem sivil hem de askeri kanatta bir çok konuda uzlaşıya varılmasına rağmen, daha sonra “Eğit-Donat’’ projesi, seçilecek kişilerin vasıfları ve kullanılacak kuvvetlere ilişkin çıkan problemler sebebiyle, Türkiyeden bağımsız olarak ABD, PYD/YPG terör örgütü üst düzey yöneticileri ile görüşmeler yaparak savaşmak için artık kendi askerlerini bölgeye intikal ettirmeyeceğini, PYD/YPGnin kendisi adına DEAŞ ile savaşacağını ifade ederek görüşmeleri sonlandırmıştır. ABD üst düzey yetkililerinin (zamanın Savunma Bakanı dahil[1]) Kongre’nin ilgili Komiteleri önünde yaptıkları açıklamalarda PKK’nın ABD tarafından terör örgütü olarak tanındıklarını, PYD/YPG’nin PKK’nın uzantısı olduğunu teyid ettikleri hala hafızalardadır. Keza ABD Komutanlarının Türkiye’nin PYD/YPG’nin PKK’nın uzantısı olması nedeniyle ABD’nin bu gruplarla ilişkilerinden duyduğu rahatsızlığı bertaraf etmek üzere adıgeçen taraflara içlerine bazı ilave unsurlar eklemek suretiyle adlarını değiştirmelerinin istendiği, nitekim bu telkin doğrultusunda adlarının bir iki günde nasıl Suriye Demokratik Güçleri (SDF) olarak değiştirildiğini beyan ettikleri de bilinmektedir[2].

 

            Türkiye, bu dönemde sınırlarında oluşan istikrarsızlıklar ve sınır bölgesinde güvenlik tehditleri sebebiyle, kendisi için beka meselesi olduğunu ileri sürerek BM sözleşmesi 51. Maddeden doğan meşru müdafaa hakkını kullanarak sırasıyla; Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekatlarını icra etmiştir. Bu harekat görevlerinde tehdit olarak DEAŞ ile birlikte PYD/YPG terör örgütü de hedef alınmıştır. Fakat özellikle PYD/YPGnin hedef alındığı durumlarda, Menbiç yerleşkesinde ABD ve Rusyanın, El Bab ile Tel Rıfat bölgesinde ise Rusyanın taarruzlarımızı engellemeye çalıştığı veya terör örgütüne istihbarat desteği sağladığı gözlemlenmiştir. Özellikle Barış Pınarı Harekatı'nın ilerleyen safhasında, dönemin ABD Başkanı Donald Trump'ın konuya müdahil olması sonrası, Suriye sınırında o dönemde sıkça medyada yer alan ve haritalarda da ifade edilen, 17 mil veya 30 kilometre güvenli bölge/koridor konusu ile bir dizi güvenlik düzenlemelerini de içeren tedbirlerin konuşulması için harekat durdurulmuştur. Konuya ilişkin ABD ile her seviyede (Dışişleri, Savunma Bakanları, Genelkurmay Başkanları) gerçekleşen görüşmeler sonrası bir dereceye kadar hayata geçirilen düzenlemelere rağmen terör örgütü PYD/YPG bölgedeki birliklerimize taciz ve saldırılarına devam etmiştir.

          

          Fırat'ın doğusunda ise, terör örgütü ABDnin de tam desteğini alarak devletleşme yolunda adımlar atmaya başlamıştır. Elbette bunun devamındaki gelişmeler tarafımızca öngörülmüştür. Dolayısıyla zaman zaman alınan istihbarat neticesinde kapsamlı ve etkili taarruzlarla terör örgütüne göz açtırılmamaya, kolay hareket etmemelerine yönelik bir takım tedbirlerin alınmasıyla bölgede yaşayan yerli halkın da onlara karşı hareket etmeleri sağlanmıştır. Fakat ABD hem Suriye'de hem de Irak'ın kuzeyinde yer alan petrol bölgelerinde kendi özel şirketleri kontrolünde çıkardığı petrolü terör örgütü ile paylaşmaya, ve bunun karşılığında da onlara özel güvenlik şirketleri vasıtasıyla güvenlik sağlamaya devam etmiştir. Ayrıca bu bölgeleri sözde yasak saha ilan ederek teröristlere de bir şekilde koruma kalkanı sağlamıştır. Hatta geçtiğimiz Ekim ayında düşürülen SİHA'mız böyle bir bölgeye yaklaştığı için, Ürdünden kalkış yapan bir F-16 uçağı tarafından düşürülmüştür. ABD’nin bu hareketi ne ikili  ne de müttefiklik ilişkisine sığmamaktadır. Bu davranışı ile bölgede terör örgütü PYD/YPGye nasıl kol kanat gerdiğini ve benzer bir durumda bu sahada uçacak Türk hava araçlarına aynı tepkiyi vereceğini açıkça ilan etmiştir.

          

             Fırat'ın doğusunda başlangıçtan itibaren ABDnin PYD/YPGyi terör örgütü olarak kabul etmemesi, vekâlet savaşı kapsamında örgütü menfaatleri doğrultusunda istediği gibi kullanması açıkça görülmüştür. Elbette desteği sadece sözde kalmamış, binlerce araçlık konvoylarla bölgeye silah, araç ve mühimmat sevk etmeye de devam etmiştir. Bugün terör örgütünün bölgede kimi kaynaklara göre 60-65 bin kişilik bir silahlı güce ulaştığı açık kaynaklarda yer almaktadır. ABD tarafından her seviyede sivil-asker üst düzey ziyaretlerin yanısıra örgüte eğitim desteği de verildiği gözlemlenmektedir. Doğal olarak NATO içinde dost ve müttefik olarak kabul ettiğimiz bir ülke tarafından PYD/YPGye yapılan bu yardımlar, bölgeden gelen şehit haberleriyle birlikte ülkemizde haklı öfkenin daha da büyümesine sebep olmaktadır. Özellikle son 20 gün içinde yaşanan terör saldırılarında 21 vatan evladının şehit olması artık bardağı taşıran son damla olmuştur.

          

                Bu olaylar sonrası Türk kamuoyunda her mecrada tartışmalar başlamış ve yapılan eleştirilerde, TSK tarafından hem Suriye hem de Irak’ın kuzeyinde terör örgütüne karşı uygulanan, sınırlarımızın ötesinde alan hakimiyeti sağlanmasını içeren stratejinin uygun olup olmadığı tartışılmaya başlanmıştır. Söz konusu strateji konu ile ilgili gerçek uzmanların yanında bu konuda bilgisi gazete haberleri ile sınırlı kişiler tarafından lehte ve aleyhte olarak hararetle tartışılmış ama sonuçta neyin doğru neyin yanlış olduğu tam açıklığa kavuşmadan Milli Savunma Bakanı  ve  Dışişleri Bakanının TBMMde bilgilendirme yapması ve sonucunda da terörün lanetlenmesi ve mücadelenin süreceğini belirten tezkerenin yayınlanması ile süreç tamamlanmıştır.

          

          Yaşanan terör olayları ve verdiğimiz şehitlerle yüreğimiz yanmıştır ama uygulanan stratejiye yönelik bazı düşüncelerimi ifade ederek konuya farklı bir yaklaşım sunmak isterim. Bölgede terörle mücadelenin başladığı yıllardan bugüne kadar yaşanan acı olaylardan dersler çıkarılarak sürekli uygulanan stratejilerde değişikliğe gidilmiştir. Karar verilen strateji kapsamında uygulanan taktikler sayesinde bedeller de ödenerek büyük başarılara imza atılmıştır. Terör örgütünün yurt içindeki sayılarının giderek düşmesi ve örgütün artık sadece sınırların ötesinde bulunması, özellikle Irak’ın kuzeyindeki arazi yapısı ve kış şartlarının çok çetin olması sebebiyle terör örgütü kış dönemini daha güneyde geçirmeye zorlanmıştır. Geçmişte kışın sona ermesi ile terör örgütü tekrar sınırlarda eylem yapmaya, karakollara sızma girişiminde bulunmaya ve sık kullanılan yollara mayın döşemeye başlamışlardır.

          

          Bunun bir sonucu olarak, yapılan değerlendirmeler ve siyasi hedef doğrultusunda oluşan karar sonucunda, sınırlarımızın ötesinde oluşturacağımız üs bölgeleri ile alan hakimiyeti tesis ederek terör örgütünü buralarda etkisiz hale getirmeyi hedefleyen "Alan Hakimiyeti Stratejisi" benimsenmiş ve uygulamaya konulmuştur. Eğer bu stratejiyi Suriye gibi bir sınırda uygulamak istersek elbette işimiz çok kolay olurdu. Çünkü elde mevcut teknolojik imkan ve kabiliyetler ile sınır ötesinde hatta sınırlarımızda alacağımız tedbirlerle güvenliği sağlamak ve terör örgütüne gereken müdahaleyi yapmak her zaman mümkün olabilecektir. O yüzden birinci öncelik olarak, uygulanacak stratejide arazi yapısı çok önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Yapılan açıklamalardan da anlaşıldığına göre Irak'ın kuzeyinde birliklerimizin bulunduğu arazi sarp kayalıklardan oluşan bir bölgedir. Her ne kadar burada konuşlu birlikler bu araziye alışkın olsalar da terör örgütünün sayıca fazlalığı, sızma veya baskın tarzında saldırı yapması durumunda birliğe yardımın gelmesinin de oldukça zor olacağı değerlendirilmektedir. Hele ki mevsim itibariyle bölgede yoğun kar yağışı ve gökyüzünün kapalı olması dolayısıyla hava desteğinin olmayacağı da göz önüne alınırsa riskin ne kadar yüksek olduğunu ifade etmeme gerek yok sanırım. Stratejiye ilişkin ikinci önemli konu mevsim şartları ve buna bağlı olarak her zaman hava desteğinin olamayabileceğidir.

          

          Stratejiye olumsuz etki yapabileceği değerlendirilen üçüncü önemli konu ise, terör örgütünün ABD'den aldığı eğitim, modern silah mühimmat, malzeme ve teçhizat desteğinin geçmişle kıyaslanamayacak kadar çok, aynı zamanda sürdürülebilir bir durumda olmasıdır. Çünkü terör örgütünün, bölgeden çıkarılan petrol ve doğalgazdan elde ettiği kaynak ile ABDnin sürekli olarak yaptığı yardımlar bu ihtiyacını fazlasıyla karşılamaktadır.

 

               Sonuç olarak;

 

               Uygulanan stratejinin yukarıda belirttiğim üç önemli konuda TSK unsurları için büyük riskler içermesi,

 

            Olumsuz koşullar olarak dile getirdiğim arazi yapısı, hava durumu ve terör örgütünün imkan ve kabiliyetlerinin nitelik ve nicelik olarak artış göstermesi,

 

             Sınır ötesinde alan hakimiyeti sağlanması için uygulanan stratejinin son iki hafta içinde tüm ülkemizin içini yakan şehitlerimizin olması sebebiyle çok etkin olmadığı ve tekrar gözden geçirilmesini zorunlu kıldığı,

 

          Eğer söz konusu strateji uygulanmaya devam edilecekse, baskına uğrayan mevcut üs bölgelerinin yerlerinin değiştirilmesi, arazinin nispeten daha uygun olduğu ve lojistik yönden desteklenmesinin kolay olacağı sınıra yakın bölgelerde tesis edilerek birliklerimizin güvenliğinin sağlanmasını gerektirdiği,

 

           - Bunun mümkün olmaması halinde, üs bölgelerini sınırlarımızın içine çekerek, her türlü teknolojik imkan ve kabiliyetler (Fiziki ve elektronik) ile sınır güvenliğinin sağlanması, sınır ötesinde terör örgütünün faaliyetlerinin takip ve tespit edilerek etkisiz hale getirilmesinin,

 

                Terör örgütünün bölgedeki nihai hedefinin, destekçisi ABD ile birlikte Türkiye, İran, Suriye ve Irak'ı da içine alan sözde bir Kürt devleti kurma çabalarına engel olmak amacıyla vakit geçirilmeden bölgedeki komşu ülkelerle asgari müştereklerde bir araya gelerek terörden arındırılmış güvenli bir bölge oluşturulmasına yönelik çözüm üretilmesinin uygun olacağı kanısındayım.