Türkiye Cumhuriyeti; üç kıtanın birleştiği, üç tarafı
denizlerle çevrili, tarih boyunca bütün güç savaşlarının yoğun olarak
yaşandığı, doğal enerji kaynaklarına sahip, ve buna bağlı olarak stratejik
ulaşım yollarının kesiştiği bir coğrafyada yer almaktadır. Emperyal güç olarak
kabul edilen ülkeler özellikle bölgede
mevcut ve daha yıllarca tükenmeyecek söz konusu doğal kaynakları kendi
menfaatleri doğrultusunda kullanmak için yeri geldiğinde ya açıkça ya da üstü
örtülü şekilde terör örgütlerine
destek verebilmektedirler. Bunun en bariz örneği,
ABD’nin, Suriye Savaşı sonrası ortaya
çıkan ve Türkiye’nin tüm dünyaya haykırarak ifade ettiği, PYD/YPG terör örgütüne
verdiği destektir. Bu destek kapsamında, bölgenin
istikrarsızlaşması, DEAŞ terör örgütü
ile mücadele bahanesiyle Suriye’nin doğusunda neredeyse topraklarının yarısını kapsayacak
şekilde bir terör örgütünün nüvesini oluşturacağı bir mini devlet kurulması
için ABD’nin çaba harcadığı görülmektedir.
Suriye Savaşı’nın 2011 yılında başlamasıyla bölgede oluşan kaos ortamı, DEAŞ tehdidinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. ABD ve İngiltere liderliğinde oluşturulan DEAŞ ile mücadele koalisyonu, Irak'a da sıçrayan bu tehdidi bertaraf etmek üzere yoğun bir mücadeleye başlamıştır. Türkiye’nin de içinde olduğu koalisyon kapsamında terör örgütünün son kalesi ve başkenti olarak kabul edilen Rakka’nın harabeye çevirilerek düşürülmesi sonucu DEAŞ dağılmış ve yakalanan teröristler çeşitli hapishanelerde kontrol altına alınmışlardır. DEAŞ ile ortak mücadele için başlangıçta ABD ile yapılan müzakerelerde hem sivil hem de askeri kanatta bir çok konuda uzlaşıya varılmasına rağmen, daha sonra “Eğit-Donat’’ projesi, seçilecek kişilerin vasıfları ve kullanılacak kuvvetlere ilişkin çıkan problemler sebebiyle, Türkiye’den bağımsız olarak ABD, PYD/YPG terör örgütü üst düzey yöneticileri ile görüşmeler yaparak savaşmak için artık kendi askerlerini bölgeye intikal ettirmeyeceğini, PYD/YPG’nin kendisi adına DEAŞ ile savaşacağını ifade ederek görüşmeleri sonlandırmıştır. ABD üst düzey yetkililerinin (zamanın Savunma Bakanı dahil[1]) Kongre’nin ilgili Komiteleri önünde yaptıkları açıklamalarda PKK’nın ABD tarafından terör örgütü olarak tanındıklarını, PYD/YPG’nin PKK’nın uzantısı olduğunu teyid ettikleri hala hafızalardadır. Keza ABD Komutanlarının Türkiye’nin PYD/YPG’nin PKK’nın uzantısı olması nedeniyle ABD’nin bu gruplarla ilişkilerinden duyduğu rahatsızlığı bertaraf etmek üzere adıgeçen taraflara içlerine bazı ilave unsurlar eklemek suretiyle adlarını değiştirmelerinin istendiği, nitekim bu telkin doğrultusunda adlarının bir iki günde nasıl Suriye Demokratik Güçleri (SDF) olarak değiştirildiğini beyan ettikleri de bilinmektedir[2].
Türkiye,
bu dönemde sınırlarında oluşan istikrarsızlıklar ve sınır bölgesinde
güvenlik tehditleri sebebiyle, kendisi için beka meselesi olduğunu ileri
sürerek BM sözleşmesi 51. Maddeden doğan meşru müdafaa hakkını
kullanarak sırasıyla; Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekatlarını
icra etmiştir. Bu harekat görevlerinde tehdit olarak DEAŞ ile
birlikte PYD/YPG terör örgütü
de hedef alınmıştır. Fakat özellikle PYD/YPG’nin hedef alındığı durumlarda, Menbiç yerleşkesinde ABD ve
Rusya’nın, El Bab ile Tel Rıfat bölgesinde
ise Rusya’nın
taarruzlarımızı engellemeye çalıştığı veya terör örgütüne
istihbarat desteği sağladığı gözlemlenmiştir. Özellikle Barış Pınarı Harekatı'nın ilerleyen safhasında, dönemin ABD Başkanı Donald Trump'ın konuya
müdahil olması sonrası, Suriye sınırında o dönemde sıkça medyada yer alan ve haritalarda da ifade edilen, 17 mil veya 30 kilometre güvenli bölge/koridor
konusu ile bir dizi güvenlik düzenlemelerini de içeren tedbirlerin konuşulması
için harekat durdurulmuştur. Konuya ilişkin ABD ile her seviyede (Dışişleri,
Savunma Bakanları, Genelkurmay Başkanları) gerçekleşen görüşmeler sonrası bir dereceye kadar hayata geçirilen düzenlemelere rağmen terör örgütü PYD/YPG bölgedeki birliklerimize taciz ve saldırılarına devam etmiştir.
Fırat'ın doğusunda ise, terör örgütü
ABD’nin de tam desteğini alarak
devletleşme yolunda adımlar atmaya başlamıştır. Elbette bunun devamındaki gelişmeler tarafımızca öngörülmüştür. Dolayısıyla zaman zaman alınan istihbarat
neticesinde kapsamlı ve etkili taarruzlarla terör örgütüne göz açtırılmamaya, kolay hareket etmemelerine yönelik
bir takım tedbirlerin alınmasıyla bölgede yaşayan yerli halkın da onlara
karşı hareket etmeleri sağlanmıştır. Fakat ABD hem Suriye'de hem de Irak'ın kuzeyinde yer alan petrol bölgelerinde
kendi özel şirketleri kontrolünde çıkardığı petrolü terör örgütü
ile paylaşmaya, ve bunun karşılığında da onlara özel
güvenlik şirketleri vasıtasıyla güvenlik sağlamaya devam etmiştir.
Ayrıca bu bölgeleri sözde yasak saha ilan ederek teröristlere
de bir şekilde koruma kalkanı sağlamıştır. Hatta geçtiğimiz Ekim ayında düşürülen SİHA'mız böyle bir bölgeye
yaklaştığı için, Ürdün’den kalkış yapan bir F-16 uçağı tarafından düşürülmüştür. ABD’nin
bu hareketi ne ikili ne de müttefiklik
ilişkisine sığmamaktadır. Bu davranışı ile bölgede
terör örgütü PYD/YPG’ye nasıl kol kanat gerdiğini ve benzer bir durumda bu
sahada uçacak Türk hava araçlarına aynı tepkiyi vereceğini açıkça ilan
etmiştir.
Fırat'ın doğusunda başlangıçtan itibaren ABD’nin PYD/YPG’yi
terör örgütü olarak kabul etmemesi, vekâlet
savaşı kapsamında örgütü menfaatleri doğrultusunda
istediği gibi kullanması açıkça görülmüştür. Elbette desteği sadece sözde
kalmamış, binlerce araçlık konvoylarla bölgeye silah, araç ve mühimmat sevk etmeye de devam etmiştir. Bugün terör örgütünün
bölgede kimi kaynaklara göre
60-65 bin kişilik bir silahlı güce ulaştığı açık kaynaklarda yer almaktadır.
ABD tarafından her seviyede sivil-asker üst düzey ziyaretlerin yanısıra örgüte eğitim desteği de verildiği gözlemlenmektedir.
Doğal olarak NATO içinde dost ve müttefik olarak kabul ettiğimiz bir ülke
tarafından PYD/YPG’ye
yapılan bu yardımlar, bölgeden gelen
şehit haberleriyle birlikte ülkemizde haklı öfkenin
daha da büyümesine sebep olmaktadır. Özellikle son 20 gün içinde yaşanan terör
saldırılarında 21 vatan evladının şehit olması artık bardağı taşıran son damla
olmuştur.
Bu
olaylar sonrası Türk kamuoyunda her mecrada tartışmalar başlamış ve yapılan eleştirilerde, TSK tarafından hem Suriye hem de Irak’ın
kuzeyinde terör örgütüne karşı uygulanan,
sınırlarımızın ötesinde alan hakimiyeti sağlanmasını içeren stratejinin
uygun olup olmadığı tartışılmaya başlanmıştır. Söz
konusu strateji konu ile ilgili gerçek uzmanların yanında bu konuda bilgisi
gazete haberleri ile sınırlı kişiler tarafından lehte ve aleyhte olarak
hararetle tartışılmış ama sonuçta neyin doğru neyin yanlış olduğu tam açıklığa
kavuşmadan Milli Savunma Bakanı ve Dışişleri Bakanı’nın TBMM’de
bilgilendirme yapması ve sonucunda da terörün lanetlenmesi ve mücadelenin süreceğini belirten tezkerenin yayınlanması ile süreç tamamlanmıştır.
Yaşanan
terör olayları ve verdiğimiz şehitlerle yüreğimiz yanmıştır ama
uygulanan stratejiye yönelik bazı düşüncelerimi ifade ederek
konuya farklı bir yaklaşım sunmak isterim. Bölgede
terörle mücadelenin başladığı yıllardan bugüne kadar yaşanan
acı olaylardan dersler çıkarılarak sürekli uygulanan stratejilerde değişikliğe
gidilmiştir. Karar verilen strateji kapsamında uygulanan taktikler
sayesinde bedeller de ödenerek büyük başarılara imza
atılmıştır. Terör örgütünün yurt içindeki sayılarının
giderek düşmesi ve örgütün artık sadece sınırların ötesinde
bulunması, özellikle Irak’ın kuzeyindeki arazi yapısı ve kış
şartlarının çok çetin olması sebebiyle terör örgütü
kış dönemini daha güneyde geçirmeye zorlanmıştır. Geçmişte kışın
sona ermesi ile terör örgütü
tekrar sınırlarda eylem yapmaya, karakollara sızma girişiminde bulunmaya ve sık
kullanılan yollara mayın döşemeye başlamışlardır.
Bunun
bir sonucu olarak, yapılan değerlendirmeler ve siyasi hedef
doğrultusunda oluşan karar sonucunda, sınırlarımızın ötesinde
oluşturacağımız üs bölgeleri ile alan hakimiyeti tesis
ederek terör örgütünü buralarda etkisiz hale
getirmeyi hedefleyen "Alan
Hakimiyeti Stratejisi" benimsenmiş ve uygulamaya konulmuştur.
Eğer bu stratejiyi Suriye gibi bir sınırda uygulamak istersek elbette işimiz
çok kolay olurdu. Çünkü elde mevcut teknolojik imkan ve kabiliyetler ile sınır ötesinde
hatta sınırlarımızda alacağımız tedbirlerle güvenliği sağlamak ve terör örgütüne
gereken müdahaleyi yapmak her zaman mümkün olabilecektir. O yüzden birinci öncelik
olarak, uygulanacak stratejide arazi yapısı çok önemli
bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Yapılan açıklamalardan da
anlaşıldığına göre Irak'ın kuzeyinde birliklerimizin bulunduğu arazi sarp kayalıklardan oluşan bir bölgedir.
Her ne kadar burada konuşlu birlikler bu araziye alışkın olsalar da terör örgütünün
sayıca fazlalığı, sızma veya baskın tarzında saldırı yapması durumunda birliğe
yardımın gelmesinin de oldukça zor olacağı değerlendirilmektedir. Hele ki
mevsim itibariyle bölgede yoğun kar yağışı ve gökyüzünün
kapalı olması dolayısıyla hava desteğinin olmayacağı da göz önüne alınırsa riskin ne kadar yüksek olduğunu ifade etmeme gerek yok sanırım. Stratejiye
ilişkin ikinci önemli konu mevsim şartları ve buna bağlı olarak her zaman hava desteğinin olamayabileceğidir.
Stratejiye
olumsuz etki yapabileceği değerlendirilen üçüncü önemli konu ise, terör örgütünün ABD'den aldığı eğitim, modern silah mühimmat, malzeme ve teçhizat desteğinin geçmişle
kıyaslanamayacak kadar çok, aynı zamanda sürdürülebilir bir durumda olmasıdır.
Çünkü terör örgütünün, bölgeden
çıkarılan petrol ve doğalgazdan elde ettiği kaynak ile ABD’nin sürekli olarak yaptığı yardımlar bu ihtiyacını
fazlasıyla karşılamaktadır.
Sonuç
olarak;
Uygulanan
stratejinin yukarıda belirttiğim üç önemli konuda TSK unsurları için büyük
riskler içermesi,
Olumsuz
koşullar olarak dile getirdiğim arazi yapısı, hava durumu ve terör örgütünün
imkan ve kabiliyetlerinin nitelik ve nicelik olarak artış göstermesi,
Sınır
ötesinde alan hakimiyeti sağlanması için uygulanan
stratejinin son iki hafta içinde tüm ülkemizin içini yakan şehitlerimizin
olması sebebiyle çok etkin olmadığı ve tekrar gözden
geçirilmesini zorunlu kıldığı,
Eğer söz konusu strateji uygulanmaya devam edilecekse, baskına uğrayan mevcut üs bölgelerinin
yerlerinin değiştirilmesi, arazinin nispeten daha uygun olduğu ve lojistik yönden
desteklenmesinin kolay olacağı sınıra yakın bölgelerde
tesis edilerek birliklerimizin güvenliğinin sağlanmasını gerektirdiği,
- Bunun mümkün olmaması halinde, üs bölgelerini
sınırlarımızın içine çekerek, her türlü teknolojik imkan ve kabiliyetler
(Fiziki ve elektronik) ile sınır güvenliğinin sağlanması, sınır ötesinde
terör örgütünün faaliyetlerinin takip ve
tespit edilerek etkisiz hale getirilmesinin,
Terör örgütünün bölgedeki nihai hedefinin, destekçisi ABD ile birlikte Türkiye, İran, Suriye ve Irak'ı da içine alan sözde bir Kürt devleti kurma çabalarına engel olmak amacıyla vakit geçirilmeden bölgedeki komşu ülkelerle asgari müştereklerde bir araya gelerek terörden arındırılmış güvenli bir bölge oluşturulmasına yönelik çözüm üretilmesinin uygun olacağı kanısındayım.