Raporun tamamına ulaşmak için tıklayın

Türkiye’nin nükleer silahlara ve caydırıcılığa olan yaklaşımının temelleri Soğuk Savaştaki deneyiminde yatar. Ankara, elli sene süren bu kutuplaşma sırasında, eğer nükleer silahlar mevcut olmasaydı Sovyetler Birliği’nin Avrupa ve Orta Doğu’da çok daha maceraperest olacağına inanmaktaydı. Türkiye caydırıcılık ve nükleer silahlar hakkındaki görüşlerinin temel unsurlarını Soğuk Savaş sonrasındaki çağa da taşımıştır ve NATO’nun nükleer caydırıcılığını kendi güvenliği için hayati olarak görmeye devam etmektedir.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Türkiye’nin en büyük güvenlik önceliği, Rusya’nın konvansiyonel ve nükleer kuvvetlerinden, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) tarafından teşkil edilen iç tehdide kaymıştır. Yöneticiler, PKK’nın yarattığı tehdidin yanı sıra, Orta Doğu’daki devletlerin gizlice yürüttükleri nükleer silah ve balistik füze programları ve üretimlerini de ülke güvenliğine tehdit olarak algılamaktaydı. 1990’lı yıllarda ve 2000’lerin başında Irak, Suriye ve İran’ın gizlice çift kullanımlı nükleer tesisler inşa ettikleri ve balistik füze teknolojileri geliştirdikleri ortaya çıkmıştır. Türkiye kendi nükleer kabiliyetlerini geliştirmektense, kitle imha silahlarının yayılmasını engellemeyi hedefleyen uluslararası düzenlemelere desteğini arttırmış, bir yandan da İttifakın nükleer güvencesine dayanmaya devam etmiştir. Karar vericiler aynı zamanda NATO’nun nükleer ve nükleer olmayan saldırı ve müdafaa sistemlerinin bir bileşimine dayanan, daha farklı bir caydırıcılık stratejisini de buna eklemişlerdir. Bu çabaların temel amacı, devlet-dışı etmenlerden ve kural tanımaz rejimlerden doğan tehditlere karşılık verebilmek adına Türkiye’nin caydırıcılık savına karşı geleneksel bakışını uyarlamaktı.

Raporun tamamına ulaşmak için tıklayın