Rusya menşeli S-400 füze savunma sisteminin tedarikiyle ilgili süreç içinde ülkemizin karşı karşıya kaldığı sınamalar ve sürecin nasıl bir seyir izleyeceği son birkaç aydır yoğun tartışmalara ve ciddi bir bilgi kirliliğine neden olmaktadır. Bütüncüllükten uzak, çeşitli spekülasyonlara zemin hazırlayan görüş ve yaklaşımların, somut bilgiler temelinde farklı veçheleri itibariyle ele alınmaları ve irdelenmeleri önemlidir.
Öncelikle sorulması gereken soru ülkemizin füze savunmasına ihtiyacı olup olmadığıdır. Bu sorunun cevabı esasen 1990’lı yılların başında, özellikle ilk Körfez Savaşına paralel olarak verilmiştir. Sekiz yıl süren İran-Irak savaşında iki ülke arasındaki karşılıklı füze saldırılarının yol açtığı beşerî ve maddi zararlar da hafızalarda yer almış, bölgenin adeta füzelerle kaynadığı açıkça görülmüştür. Bu durum üzerine, ilgili devlet kurumları ülkemizin füze savunma yeteneğine sahip olması gerektiği sonucuna varmışlar ve bu yönde çalışmalara başlamışlardır. O günlerden bu yana ülkemizin füze savunma sistemi açığı sürmektedir ve bu açığın kapatılması zorunludur.
Bunca tecrübeye ve çıkarılması esasen çoktan gerekli derslere rağmen kimi çevrelerin olası füze saldırılarına karşı savunma sistemi yerine taarruzi (seyir füzeleri) geliştirmeye odaklı kavram ve yaklaşımlara destek vermekle yetinmeleri hazin ve özünde malul bir tabloya tekabül etmiştir. Halbuki hiçbir ciddi ülke caydırıcılığını sadece taarruzi sistemler üzerine inşa etmez. Bu tür taarruzi sistemler savunma sistemleriyle tamamlanıp, bütünleşmedikçe caydırıcılık eksik kalır.
En temel ilkelerden biri, olası bir savaş halinde ilk darbeyi yememenin önlemini peşinen almaktır. “Basra harap olduktan sonra” harekete geçmek, zarara maruz kalıp saldırı vasıtalarına başvurmak iyi bir reçete değildir. Savaş tarihi bunun acı örnekleriyle doludur.
Güvenlik ve savunmayla ilgili analizlerde ve herhangi bir askeri imkân veya kabiliyet elde etmeye dönük tahlillerde başvurulması gerekli temel kavramlar arasında tehdit değerlendirmesi ve önceliklendirmesi yapmak en önde yer alır. Zamanında ülkemize yönelik olası balistik füze saldırılarının Ortadoğu ve Rusya kaynaklı olabileceği hususunda devlet katında genel bir mutabakata varılmış ve Türkiye’nin füze savunma yeteneği edinmeye matuf çaba ve arayışlarında bu tehdit değerlendirmesi esas alınmıştır.
Esasen bu tehdit değerlendirmesi bugün itibariyle de büyük ölçüde geçerlidir. Tehdit kaynakları yine aynıdır ve füze savunmamızın buna göre geliştirilmesi tedbir gereğidir. Zamanında sözü edilen tehdit değerlendirmesi ve önceliklendirmesine fikri katkılarda bulunup, bunu savunan kimi çevrelerin, çeşitli nedenlerle, bugün farklı noktalara savrulması ve geçmiş devlet tecrübesinden uzaklaşmaları ise gerçekten ibretliktir.
Tehdit değerlendirmesinden söz etmişken Rusya’nın bu bağlamdaki konumuna değinmemek hatalı olur. Öncelikle, Rusya’nın 2014 yılında uluslararası hukuku hiçe sayarak Ukrayna’nın bağımsızlığını ve egemenliğini açıkça ihlal etmek suretiyle Kırım’ı işgal ve ilhak ettiği gerçeğini bir daha hatırlamak gerekir. 2014 Mart ayından bu yana Kırım’ın Rusya tarafından çok geniş ölçüde askeri imkân ve yeteneklerle tahkim edildiği bir gerçekliktir.
Rusya, Kırım’a koyduğu balistik füzeler de dahil son derece gelişmiş sistemlerle ülkemiz topraklarının tamamını kapsayan bir alana nüfuz etme imkânı kazanmış, Suriye’de konuşlandırdığı sistemler ve iki ana harekât üssüyle ise ülkemizi, askeri deyimle, güneyden de kuşatmıştır. Bu nesnel tablo, herhangi bir askeri değerlendirmede görmezden gelinemez. Buna paralel olarak sözde ‘Arap Baharından’ sonra Ortadoğu’nun geldiği nokta ve içinde barındırdığı istikrarsızlıklar manzumesi de karşımızdadır. Bu da nesnel bir olgudur ve tehdit değerlendirmesinde mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Doğumuz ve Batımızdan gelebilecek olası risk ve tehditler de yapılması zorunlu analizlerde ve elde edilecek silah sistemlerinin seçiminde herhalde duygusallıktan ve belli ideolojik saplantılardan uzak kalacak yönde irdeleniyordur.
Her egemen ülkenin evvelemirde kendisine özgü milli bir tehdit değerlendirmesi yapması olağandır ve zorunludur. Bunun ötesinde ilgili egemen ülke yine kendi egemen kararıyla katıldığı ittifaklarda yapılan tehdit değerlendirmelerini de gözetmek ve imkanlar ölçüsünde bu değerlendirmeleri şekillendirmek ve bunlara katkı sağlamak durumundadır. Bu destek ve katkılarını da egemen kararlarıyla hayata geçirir.
Ülkemiz, beğenilse de beğenilmese de NATO’nun tam üyesidir ve İttifakın aldığı kararlarda ülkemizin de rızası ve imzası vardır. Bu açıdan bakıldığında, özellikle 2014 yılında icra edilen Galler Zirvesi, 2016 yılında düzenlenen Varşova Zirvesi, 2017 yılında Brüksel’de yapılan Liderler Zirvesi ve son olarak 2018 yılında gerçekleşen Brüksel Zirvesinde alınan kararları incelediğimizde ve bu kararların alınma sürecinde yapılan hazırlık çalışmalarında bir yanda Rusya, diğer yanda terörizm NATO’nun karşısındaki temel sınamalar ve tehditler olarak tanımlanmıştır. Bu tanımlama, NATO’nun ortak tehdit değerlendirmelerine de aynen yansımış ve ülkemiz tarafından da kabul görmüştür. Dolayısıyla, İttifak savunma kavram ve tasarruflarını söz konusu iki temel tehdide göre geliştirmektedir.
Burada dikkat çeken husus, 2016 yılında düzenlenen Varşova Zirvesi Bildirisinin 78. Paragrafı ile 2018 yılında yapılan Brüksel Zirvesi sonunda yayımlanan ortak bildirinin 31. paragrafında, bazı müttefik ülkelerin envanterinde bulunan Sovyet döneminden kalma Rusya menşeli askeri mevcut ekipmana bağımlılığın ulusal çabalar ve çok uluslu iş birliği vasıtasıyla ele alınması gereksiniminin vurgulanmasıdır.
Bu tespite zemin oluşturan belgeler ise söz konusu Rus ekipmanın müttefik ülkeler envanterinden tasfiye edilmesini hedeflemektedir.
Nitekim 2014 yılından bu yana;
- Hiçbir müttefik ülke Rus yapımı askeri malzeme tedarik etmemiş,
- Ellerindeki mevcut Rus malzemeyi ise envanterlerinden çıkarma veya bunları atıl kılma yoluna gitmişlerdir.
Sadece Bulgaristan elindeki eski nesil Mig uçaklarının motorlarını modernize etmek üzere Rusya ile 10 milyon Euro tutarında bir anlaşma akdetmiştir. Yunanistan ise Girit’te konuşlu S-300 bataryalarının bakımını 2013 yılında Rus uzmanlara yaptırmış ve bu uzmanlara test atışları yaptırmıştır. Öte yandan, S-300 bataryaları Girit’te depoda tutulmakta ve sahaya çıkarılmamaktadır.
Geçmişte Varşova Paktının üyesi olan Merkezi ve Doğu Avrupalı müttefiklerin elindeki Rus menşeli sistemler de ya atıl halde ya da tasfiye sürecindedir. Dolayısıyla, birkaç NATO müttefikinin envanterinde Rus yapımı sistemlerin bulunduğunu öne sürerek, NATO’nun ülkemizin de onayı dahilinde Rusya ile ilişkilerinin geldiği mevcut ortamda S-400 füze savunma sistemi tedariki için tüm müttefikleri ikna edici argüman bulmak zordur ve tarafımızdan kullanmaya müsait argümanlar İttifak bünyesinde geçerli bulunmamaktadır.
2014’ten bu yana yapılan tüm Zirvelerde ortak noktalardan biri de müttefiklerin kullandıkları sistemlerin NATO standartlarına uygun olarak birlikte çalışmaları gereksiniminin ana kriter olarak benimsenmiş bulunmasıdır. Bu yönde alınan kararların altında ülkemizin de egemen imzası bulunmaktadır.
Ülkemizdeki kimi çevreler, yukarıda sözü edilen Zirvelerde Rusya’ya karşı İttifakın bir yandan savunma ve caydırıcılık sağlarken, diğer yandan diyalog ve angajman yükümlülüğüne işaretle, dolaylı da olsa, S-400 meselesini bu perspektife kaydırmaya çalışmaktadırlar. Kimse Rusya ile diyalog ve angajman gereksinimini yadsımamaktadır.
Öte yandan, bu silah sistemlerinde angajmana girmek anlamına gelmemektedir. Bu çevrelerin, İttifak bünyesindeki çalışmalarda meselenin ortak savunma ve caydırıcılığın nasıl sağlanacağı ve bunun için ne yönde tedbirlerin esasen alındığı ve öngörüldüğü hususunu da etraflıca incelemelerinde fayda vardır. Dolayısıyla, konunun İttifak bağlamında çarpıtılmaması önemlidir. Bu tür hassas konular havada tüylerin uçmasına yol açacak şekilde kamuoyu önünde salt iç siyasi mülahazalar uğruna tartışılmaz. Tartışılması yönünde bir tercih yapılırsa bugünkü çıkmaz sokağa varılır.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus NATO’da 2010 yılı Lizbon Zirvesini takiben hava ve füze savunma kavram ve tasarımının entegre edilmesi yönünde alınan ve tabiatıyla ülkemizin de katılımıyla aldığı açık karardır. Kısacası, İttifak içinde hava ve füze savunması ayrı ayrı değil, bir bütün halinde görülmektedir.
Bu çerçevede, entegre bir mimaride yer alan tüm müttefik ülkelere ait hava ve füze savunma sistemleri elde ettikleri verileri milli merkezler aracılığıyla, subaylarımızın da görevli olduğu Torrejon/İspanya’da bulunan ana NATO radarına aktarmakla mükelleftir. Buna, Kürecik/Malatya’da konuşlu NATO radarı da dahildir ve bu radar aynı zamanda Romanya’da bulunan ve Polonya’da kurulmakta olan Aegis füze savunma sistemlerini de beslemektedir. Bu bütüncül hava/füze savunma mimarisinde birbirlerine bağlı ve uyumlu unsurlar vasıtasıyla koruma ve kapsama alanı en geniş coğrafyayı içerecek şekilde belirlenmiştir. Bu savunma sistemi denizde konuşlu Aegis kabiliyeti bulunan gemilerle de desteklenmektedir.
Hasılı, buradaki temel amaç yerel değil, tüm alan savunmasını sağlamaktır. Yerelle sınırlı koruma ve kapsamanın, çeşitli ekonomik kısıtları bulunan bir ülkenin genel savunma ve caydırıcılığında yeri ise tartışmalıdır. Bu tartışmanın, geç de olsa, bugün itibariyle ülkemizdeki bazı kesimlerce yapılıyor olması yerindedir. Ancak, bunun için maalesef geç kalınmıştır.
NATO, esasen NATO dışı sistemlerin alınmasını engelleyen bir yaklaşım içinde değildir. Buna mukabil, tedarik olunacak sistemlerin NATO sistemleriyle uyumu ve karşılıklı çalışabilirliğinin doğrulanması zorunludur. Füze sistemlerinde sertifikasyon sorumluluğu ABD ve Fransa’ya aittir. NATO dışı sistemler dendiğinde ise akla S-400 gibi stratejik silahlar gelmemektedir.
Özellikle Rusya ile ilişkilerin bu denli gerildiği bir dönemde 2014 yılı sonrasında Rusya’dan stratejik nitelikte bir silah sistemi alınması herhalde kimsenin aklına gelmemişti. Bununla birlikte, 2013 yılının son çeyreğinde ülkemizde bir Çinli firmayla füze savunma sistemi tedarik edilmesi müzakerelerine başlama kararı alındığında da yoğun tartışmalar yapılmış, rotanın bilahare S-400’lere dönmesi üzerine Obama Yönetimince çeşitli sözlü ve yazılı girişimlerde bulunulmuştu.
Dolayısıyla, önümüzdeki meseleyle ilgili süreci sadece Trump Yönetimiyle sınırlamak ve bunu son birkaç aya indirgemek gerçek bir yanılsama ve yanıltma olur. ABD Savunma Bakanı Shanahan’in 6 Haziran 2019 tarihli mektubunu da esasen uzunca bir süre önce başlayan sürecin içinde okumak uygun olur. Bu gözlem, içeriği elbette kabul edilemez, diplomatik nezaket ve teamülle bağdaşmayan Shanahan mektubunu ne meşru ne de haklı kılar. Her hal ve karda mesele ele alınırken, Obama işbaşındayken ABD tarafınca yapılan ve Trump yönetiminin izlediği çizgiye mesnet oluşturan ülkemiz nezdindeki birçok girişimin de yakından irdelenmesinde fayda vardır.
Düşünülmesi gerekli bir diğer konu da Patriot ile S-400 karşılaştırmasıdır. Bu karşılaştırma hatalıdır. S-400’lerin birtakım teknik özellik ve yeteneklerinin Patriotlardan üstün olduğu birçok ABD’li uzman tarafından da teslim edilmektedir. Bu durumda S-400’ü ABD’nin orta ve yüksek menzilde etkili THAAD sistemiyle karşılaştırmak daha doğru olur. Örneğin, Hindistan ABD ile yürüttüğü müzakerelerde, orada da tartışma yaratan S-400 tedarik süreci bağlamında Patriotlarla birlikte THAAD konusunu gündeme getirmiştir. Bu müzakerelerin ne yöne evirildiğinin de yakından izlenmesi önemlidir.
Son bir husus, yukarıda özetlenen analizden doğru sonuçların çıkarılması gereğidir; zira, ülkemizde maalesef çok çabuk yaftalanma riski vardır. Buradaki amaç, ülkemizin açık ihtiyacı olan füze savunma sisteminin mutlaka ABD’den temin edilmesini savunmak değildir. Zaten, temin ve tedarik fiillerini kullanmak da hatalıdır. Burada önemli olan husus, halen devam eden süreci daha önce devlet katında belirlenen temel altı kriter ışığında yürütmek ve bu altı kriteri esas almaktır. Bunlar arasında en başta gelen kriterler ortak üretim, teknoloji transferinin kapsamı ve milli savunma sanayii firmalarımızın bu ortak üretimdeki pay oranıdır. Milli savunma sanayii derken geçmişi olan, müesseleşme yolunda mesafe kat etmiş, kurumsal geleneklere sahip güçlü ve bu alanda önde gelen firmalar kastedilmektedir.
ABD-Türkiye ilişkileri her zaman inişli çıkışlı bir yol izlemiştir ve çoğu kez özellikle bölgemizle ilgili meselelerde iki ülke yaklaşımlarını bağdaştırmak ve uzlaştırmak zorlu sınamalara, hatta kopmalara sahne olmuştur. Gelinen mevcut aşamada da karşılıklı hatalar zinciri sonucunda ilişkiler sırat köprüsünden geçmektedir.
Bu çerçevede, S-400 meselesine dair tercih ve tartışmalarda kanaatimce Rusya ile akdedilen anlaşmada;
- Teknoloji transferi konusunun nasıl ve hangi ölçüde ele alındığı,
- Yerli firmalarımızın sistem bileşenlerinde ortak üretimde bulunup bulunmayacağı,
- Ortak üretimdeki payımızın oranı,
- Ortak üretim için gereksinim duyulacak sistem modifikasyonlarına Rus tarafının hangi miktarda izin vereceği veya verip vermediği gibi halen belirsizliğini koruyan hususlar mevcuttur.
Bu başlıklarda operasyonel nedenlerle tümüyle olmasa bile kamuoyuyla paylaşılabilecek ölçülerde açıklık getirilmesi kuşkusuz yarar sağlar ve tartışmaların daha sağlıklı yapılmasına zemin hazırlar.
Bu temel konulardaki belirsizlikler sürdüğü sürece ve ABD ile çeşitli alanlarda önümüze çıkan çok ciddi meselelerin kısa vadede aşılamayacağı gerçeğinden hareketle, ülkemize gönderilseler de S-400 bataryalarını sahada konuşlandırmak yerine, uygun bir mahalde bulunacak bir depoda muhafaza ederek evvelemirde milli ihtiyaç ve önceliklerimizi karşılayacak ve, geçmişte Stinger projesinde olduğu gibi, gelecekte milli füze savunma sistemimizi hayata geçirmeye yönelik bir sürecin temellerini behemehal atmaya başlamamız daha uygun olacaktır.
Bu çerçevede, ABD, Rusya ve Çin’in yer almayacağı bir konsorsiyum dahilinde ilk aşamada gerçekten ortak üretime imkân sağlayacak, milli savunma sanayii firmalarımızın geniş ölçekli iştirakiyle bu alanda uzmanlık ve tecrübe kazanmasına kapıyı açacak üçüncü bir yol vakit geçirmeksizin tercih edilmelidir. Bu tercih, bizi çok yakın vadede karşılaşılması kuvvetle muhtemel birçok zorluklardan koruyabilir.
Bu itibarla, gelinen aşamada adeta rafa kaldırıldığı izlenimi veren, hatta sözü bile pek edilmeyen EUROSAM’in ürettiği SAMP-T füze savunma sistemi programına öncelik ve ağırlık verilmesi, ileride milli füze savunma mimarimize zemin hazırlayacaktır. Bu koşullar çerçevesinde, EUROSAM konsorsiyumu ile olan bağlantılara biran evvel ivme kazandırıp, geliştirilmiş SAMP-T füze savunma sistemini hayata geçirecek yönde adımların hızlıca atılması daha doğru bir tercih oluşturacaktır.
Bu tercihe yönelindiği takdirde, füze savunma alanında tecrübe sahibi olan Güney Kore ve Japonya ile de dirsek teması kurulması fayda sağlayabilir. Söz konusu bu üçüncü alternatifin hayata geçirilmesi için de elbette ticaretimizin neredeyse %60’ının yapıldığı Avrupa ülkeleriyle ilişkilerin sağlam ve sağlıklı tutulması; bu ilişkilerin ülkemizin itibar ve güvenilirliğinin Cumhuriyet geçmişimizden devraldığımız vazgeçilemez nitelikteki miras doğrultusunda en kısa sürede restore edilmesi ve bu temelde ilerletilmesi kuşkusuz önem arz etmektedir.
Fatih CEYLAN
Emekli Büyükelçi, Türkiye’nin Eski NATO Daimi Temsilcisi