Raporun tamamına ulaşmak için tıklayın
Yayının İngilizcesine Ulaşmak İçin Tıklayın

Giriş

Türkiye ile Rusya arasındaki ikili ilişkiler, ekonomik ve ticari ilişkilerin şekillendirici etkisine rağmen, siyasi ilişkilerde bir türlü yerine oturtulamayan dengeler nedeniyle neredeyse son 30 yılın tamamında sürekli istikrarsızlığın hâkim olduğu bir seyir izledi. İkili siyasi ilişkiler, küresel ve bölgesel gelişmelerin kaçınılmaz baskısı ile iki tarafın gelişmeler karşısında zaman zaman temelden farklılaşan beklenti ve çıkarlarının doğrudan etkileri altında şekilleniyor. Her iki ülkede de siyasal hayatın neredeyse her veçhesini kontrol altında tutan güçlü liderlerin kişisel beklenti ve ilişkilerinin gölgesi de belirleyici bir faktör olarak öne çıkıyor. Bu durum, jeopolitik ve tarihsel rekabetin mirası olarak iki tarafta güçlü şekilde hissedilen karşılıklı güvensizliğin etkisiyle, tarafların bölgesel ve küresel meselelere yönelik kalıcı bir ortak bakış açısı geliştirmelerini de engelliyor.

Ortak bir bakış açısının ortaya çıkamamasının en önde gelen belirleyeni, tarihi açıdan birer Avrupalı güç olarak bilinen tarafların Avrupa-Atlantik dünyası ile kurdukları dengesiz ilişkilerdir. Her iki tarafın da Avrupa-Atlantik dünyası ile kendi beklenti ve çıkarlarına odaklı bir bağ kurma önceliği, bu dünyadan bağımsız, farklı bir bölgesel/küresel vizyona dayalı ikili ilişkilerin ortaya çıkamamasının nedenidir. Karadeniz’den Kafkasya’ya, Orta Asya’dan Orta Doğu’ya her iki ülkenin yakın çevresi olarak tanımlayabileceğimiz geniş coğrafyadan başlayarak neredeyse Avrasya’nın tamamını etkisi altına alan bu ikilinin ilişkilerine, tam da bu nedenle aslında sadece ikili ilişkiler çerçevesinde bakılamaz. Türk-Rus ikili ilişkilerinin kapsamlı bir değerlendirmesi ancak küresel ve bölgesel gelişmelerin ışığında ve tarihsel bir okuma yapmakla mümkündür. Nitekim son dönemde Rusya’nın izlediği güvenlikçi ve saldırgan yaklaşım Türk-Rus ilişkilerinde belirgin iniş ve çıkışlara neden olmaktadır. Bu durum her iki ülkenin Batılı aktörlerle olan ilişkilerinin yapısının yanı sıra, Türkiye’nin dış ve güvenlik politikalarının şekillendirilmesinde de belirgin bir rol oynamaktadır. Benzer biçimde Türkiye’nin vazgeçemediği/vazgeçemeyeceği Avrupa-Atlantik odaklı tercihleri de Rusya açısından bölgesel güvenlik ve dış politika konularının yanı sıra enerji, ticaret ve ekonomi gibi öncelikli konu başlıklarının gündemini belirlemektedir. Tam da bu nedenle, Türk karar alıcılar için Rusya, Türkiye’nin bölgesel önceliklerinin gerçekleştirilmesinde, özellikle Batılı aktörler karşısında bir dengeleyici ve itici güçtür. Ama çoğunlukla bir rakip ya da engel olarak görülmüştür. Benzer biçimde Rus tarafı için de Türkiye, belirli şartlar altında işbirliği yapılabilecek bir ortak ama çoğunlukla Rusya’nın yakın çevresindeki öncelik ve çıkarların gerçekleştirilmesinin önünde bir engel olarak nitelenmiştir.

Her iki tarafın da öncelediği Batılı aktörlerin Rusya ve Türkiye’ye yönelik bakış açıları ve yaklaşımları da hem bu iki aktörle olan ilişkileri hem de iki aktörün birbirlerine yönelik bakış açılarını etkilemiştir. Avrupa Atlantik dünyası açısından Rusya, Sovyetler Birliğinin çöküşü sonrasında tasfiye edilen bir rakip ve sonrasında sınırlı düzeyde de olsa işbirliği yapılabilecek bir ortak adayı olarak tanımlanmıştır. AB ve NATO genişlemeleriyle birlikte 2000’li yılların başından itibaren adım adım rakip olarak görülmeye başlayan Rusya, 2008 Rusya-Gürcistan savaşı sonrasında yeniden ötekileştirilmeye başlanmış, Ukrayna ve Kırım olayları sonrasında da yaptırım uygulanması gereken açık bir tehdit konumuna gelmiştir.

AB ile üyelik müzakereleri yürüten, nerdeyse 70 yıldır Avrupa-Atlantik güvenlik şemsiyesinin bir parçası olarak hareket eden Türkiye ise, Batılı müttefiklerce bir kanat ya da cephe ülkesi olarak görülmüştür. Rusya Türkiye açısından bir tehdit olarak görüldüğü sürece bu algı Türk tarafında bir sorun yaratmasa da 2000’li yıllardan itibaren değişen konjonktürün etkisiyle yeni sorunların gündeme gelmesine yol açmıştır. Türkiye ile AB ve ABD arasında özellikle Karadeniz Havzası, Irak, Suriye ve Doğu Akdeniz’de karşı karşıya kalınan bölgesel sorun ve tehditlerin tanımlanması ve ortadan kaldırılması için yürürlüğe sokulacak yöntemler bağlamında ortaya çıkan farklılıklar, Türk dış politikasında özerk, hatta bağımsız hareket etme yönündeki eğilimlerin güçlenmesine neden olmuştur.

Bu çerçevede, neredeyse 1990’lı yılların sonuna kadar birbirlerini rakip/tehdit olarak gören iki ülke görece bağımsız bir dış politika geliştirme eğilimi sergilemeye başlamıştır. Tarafların, bu doğrultuda, en azından belirli bölgesel konularda Batılı aktörlerden bağımsız bir biçimde hareket etmeyi sağlayacak biçimde işbirliği yapıp yapamayacakları sorusu ise 2000’li yıllarda yaşanan gelişmelerle olumlu cevaplanmaya başlamıştır. 2000’lerin hemen başından itibaren iki güçlü liderin güçlü iktidarlarının şemsiyesi altında ortaya çıkan birliktelik günümüzde bölgesel ve küresel etkinliğe sahip bir ittifak ilişkisinin var olup olmadığı yönündeki tartışmaların doğmasının da esas sebebidir. Nitekim uçak düşürme olayı sonrasında yaklaşık bir yıl boyunca düşmanca seyreden ikili ilişkiler, Temmuz 2018’e varıldığında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözleriyle “birilerini gerçekten kıskandıracak” seviyededir.1 Erdoğan’ın burada ‘birileri’ nitelemesiyle kastı başta ABD olmak üzere Batılı aktörlerdir.

Karşılıklı etkileşim, Rusya ve Türkiye’nin temelde Batı karşıtı jeopolitik bir söylem geliştirmelerinin ağır etkisi altında ve değişen Avrasya algısına bağlı biçimde yeni bir ikili işbirliği alanı yaratmıştır. Gelişmelerin seyrine bakıldığında, bu işbirliğinin rasyonel ve gerçekçi yaklaşımlar tarafından şekillendirildiği söylenemez. Genelde belirleyici olan ideolojik, duygusal ve sınırlı ulusal mülahazalardır. Diğer yandan ikili ilişkilerin bir türlü kurumsallaşamadığı da görülmektedir. Bölgesel sorunlara ortaklaşa ve kalıcı çözümler önermek ve ilişkilere istikrar kazandırmak adına 2010’da Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi (High Level Cooperation Council) gibi iddialı bir isme sahip, doğrudan liderlerin yönetiminde ve dikkatlice planlanmış bir üst siyasi yapı oluşturulmasına rağmen olayların 2015’teki kontrolsüz dönüşümü aslında kurumsallaşmanın sağlanamadığına işaret etmektedir. Kurumsallaşmanın gerçekleştirilememesi ikili ilişkilerin kaderini liderlerin eğilim ve beklentilerine bağımlı kılmaktadır. Bu, aynı zamanda, Soğuk Savaş’ın bitiminden bugüne Kafkasya ve Orta Asya’da yaşanan rekabetin olumsuz sonuçlarının ortaklaşa bir bakış açısıyla giderilememesinin de nedenidir. Bunun da ötesinde, bu türde yapılanmalar, Türkiye’nin geleneksel müttefiklerince yapılan tüm ağır eleştirilere rağmen bir işbirliği alanı olarak lanse edilen Karadeniz havzasında 20 yılda ve büyük zorluklarla kurulan güvenlik şemsiyesinin bir anda ortadan kalkmasının da önüne geçememiştir. Kırım ve Ukrayna’da yaşanan gelişmeler ise yeni ve daha büyük bir tehdit ortamının oluşmasına neden olmuş, Türkiye ve Rusya’nın farklılaşan yaklaşım ve beklentileri de ortak vizyon oluşturmanın zeminini uçak düşürme olayı sonrasında olduğu gibi ortadan kaldırmıştır.

İki tarafın vizyoner, kalıcı ve istikrarlı bir ilişki kurmalarının önüne geçen ve rekabete sebep olan yukarıdaki konu başlıkları, ironik bir biçimde, tarafları işbirliğine zorlayan ana başlıklar olarak da karşımıza çıkmaktadır. Jeopolitik rekabetin yarattığı bölgesel ve küresel gelişmeler, Batılı ülkelerle yaşanan anlaşmazlıkların da etkisi altında iki tarafı kalıcı bir siyasi ilişkiye ve diplomatik birlikteliğe zorlamaktadır. Birbirlerine güvenmemek için tarihsel açıdan yeterli seviyede deneyime sahip iki ülkenin, bölgesel ve küresel dengeleri etkilemek hatta belirlemek isteklerinin tarafları zorunlu ama kırılgan, hassas bir birlikteliğe açıkça zorladığı görülmektedir. Son dönemde Suriye’de yaşanan gelişmelerin Türkiye ile Rusya arasındaki ikili ilişkilere farklı bir taktik hatta belki de stratejik boyut kazandırdığı bir vakıadır. Tarafların, İran’la birlikte Astana Üçlüsü adı altında, temelden farklılaşan çıkar ve beklentilere rağmen ortak bir hareket alanı yakalamaları önemlidir. Bu türdeki bölgesel gelişmelerin yanı sıra, Türkiye’de yaşanan askeri darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin Batılı müttefiklerinden beklediği ilgi ve desteği görememesi, Rusya’nın güvenlik de dâhil olmak üzere bölgesel ve küresel meselelerde işbirliği yapılabilecek bir ortak olarak yeniden nitelenmesi ile neticelenmiştir. TürkAkım doğal gaz boru hattının inşası, nükleer santral kurulması için başlatılan işbirliğinin devam etmesi ve belki de hepsinden önemlisi Türkiye’nin NATO üyesi müttefiklerinin itirazlarına rağmen Rusya’dan hava savunma sistemleri satın alıyor olması işbirliğinin boyutlandığını kanıtlayan işaretler biçiminde okunmaktadır.

Kısacası Türk-Rus ikili ilişkilerinin doğasını anlamak, ikili ilişkilerin tarihini ve sınırlılıklarını anlamanın yanı sıra her iki ülkenin başta Batı dünyası olmak üzere yakın çevrede yer alan diğer bölgesel aktörlerle olan ilişkilerini de dikkate almayı gerektirmektedir. Tarafların NATO, AB, Karadeniz güvenliği,

Kırım ve Ukrayna ve son dönemde özellikle Suriye bağlamındaki güvenlik ve dış politika konularına yönelik, zaman zaman temelden farklılaşan yaklaşımlarını dikkatlice analiz etmek gerekir. Bu çalışma, bu bakış açısıyla, Türk–Rus ikili ilişkilerinin son dönemine hâkim olan işbirliği-rekabet sarmalını, ortak ve farklılaşan çıkarlara odaklanarak olaylar ve bölgeler temelinde ele almayı amaçlamaktadır. Bu türde bir çaba doğal olarak iki tarafın bölgesel ve küresel meselelere benzer ya da farklılaşan bakış açılarının nedenlerini, tarihsel süreci de dikkate alarak, değerlendirmeyi gerektirmektedir.

Raporun tamamına ulaşmak için tıklayın
Yayının İngilizcesine Ulaşmak İçin Tıklayın