Ukrayna’da korkulan – ve esasen daha en başından tahmin edilebilmesi gereken – oldu. Rusya Federasyonu Silahlı Kuvvetleri’nin 2021 yılı boyunca yaptığı yığınak, 2022 yılı başında, eski bir Sovyet KGB subayı olan Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin, zihnindeki jeopolitik tasarımı hayata geçirmek üzere Ukrayna’ya karşı çok cepheli bir savaş başlattı. Biz bugün, işgalin mevcut siyasi veçhesini ya da askeri-stratejik değerlendirmesini değil, daha tehlikeli, karanlık yönlerini, giderek daha somut bir tehdide dönüşen nükleer boyutunu ele alacağız.
Esasen, savaş daha patlak vermeden önce Rus elitinin nükleer söyleme giderek ağırlık vermesi ciddi bir emareydi. 2022 yılı başında BMGK daimi üyesi beş nükleer gücün yayımladığı ortak bildiri “Çin, Fransa, Rusya, İngiltere ve ABD, Nükleer Silahlı Devletler arasında savaşın önlenmesini ve stratejik risklerin azaltılmasını en başta gelen sorumlulukları olarak görmektedir. Nükleer bir savaşın kazananı olmayacağını ve asla savaşılmaması gerektiğini onaylıyoruz” gibi ifadeler kullansa da, Rusya-Ukrayna gerilimi tırmandığı sırada Rusların nükleer güç vurgusu yapmaları, bugüne nasıl geldiğimizi açıklar nitelikte idi. Örneğin, Putin’in, Fransız Devlet Başkanı Macron ile yaptığı görüşme sonrasındaki basın toplantısındaki üstü kapalı ‘nükleer harp’ hatırlatması, müteakiben Rus Genelkurmayına, nükleer hazırlık seviyesinin artırılmasını emretmesinin hangi sinyalleri içerdiği açıktı.
Diplomatik olarak Rus yetkililer, bir yandan Ukrayna’da yürüttükleri savaşın daha ilk aşamalarında söyleme dayalı (declaratory) nükleer caydırıcılığa başvurdular; diğer yandan nükleer kuvvetlerin kullanılacağı bir savaştan hiçbir ülkenin galip çıkmayacağı yolunda beyanlar verdiler. Dolayısıyla, birbirleriyle çelişen yaklaşımlar sergilediler. Söz gelimi, Putin nükleer kapasite vurgusunu ön plana çıkarırken, Antalya Diplomasi Forumuna katılan Rus Dışişleri Bakanı Lavrov, Ukrayna’daki çatışmalar dolayısıyla nükleer bir savaş çıkmasına ihtimal vermediğini dile getirebilmişti.
Literatürdeki Rus askeri postürüne ilişkin çalışmalar, konvansiyonel stratejik silah sistemleri, taktik (ya da alt-stratejik) nükleer yetenekler ve stratejik nükleer silahların, ‘caydırıcı kapasitenin’ temellerini oluşturduğunu göstermekte. Stratejik nükleer silahlar, yüksek seviyeli ve dehşet dengesine dayalı caydırıcılığı sağlarken, taktik nükleer silahların ‘tırmanma trendlerini kontrol etme aracı’ olarak görülmesi durumu karmaşık hale getiriyor.
Daha açık ifade etmek gerekirse, Moskova’nın nükleer silah kullanma eşiğinin, özellikle devam eden bir konvansiyonel harp durumunda taktik nükleer silah kullanma eşiğinin, Soğuk Savaşın bitiminden sonra düşük tutulduğunu biliyoruz. Dahası, incelemeye konu eşiğin düşük tutulmasında da, daha devlet başkanı olmadan önce, Vladimir Putin’in başat rol oynadığı da bir gerçek. Putin’i bu yaklaşıma iten gelişmelerin başında ABD’nin aynı yıllarda nokta operasyonları gerçekleştirmede kullanılan hassas güdümlü konvansiyonel mühimmat üretiminde Rusya’ya kıyasla öne geçmiş olması yer almıştır. Nitekim, Sovyetler Birliği Genelkurmay Başkanı Mareşal Nikolay Ogarkov’un Batı’nın üstün keşif-gözetleme teknolojisi ile hassas güdümlü mühimmatın kompozisyonundan oluşan askeri kapasitesinden ciddi endişe duyduğu da bilinmekte. Özetle, Sovyetlerin son jenerasyonu elit, ki buna Putin de dahildir, nükleer seçeneği, bilhassa taktik nükleer seçeneği, konvansiyonel ve teknolojik zafiyetin kapatılması için bir araç olarak gördüler.
Rusya’nın, sahadaki uygulamalarına da yansıyan askeri doktrininin ana bileşenlerinden biri ‘tırmanmaya dayalı üstünlük’ sağlamak esasıdır. Bu esas temel alındığında Rusya, envanterinde tuttuğu konvansiyonel silahların en güçlü olanlarını muharebe sahasına sürmekten çekinmeyeceğini pratiğe yansıtmıştır. Düşmanı konvansiyonel ve siber-hibrit gibi asimetrik kuvvetlerle caydıramayacağı sonucuna vardığında nükleer söylem ve caydırıcılığı ön plana çıkarmaktan çekinmeyecektir.
Ukrayna işgalini başlatmadan önce dahi nükleer boyutu ön plana çıkarması bunun somut bir örneğidir. Benzer şekilde çeşitli coğrafi alanlarda icra ettiği geniş çaplı tatbikatlarda (Vostok, Zapad, Kavkaz gibi) nükleer kuvvetleri de içeren senaryolar gerçekleştirmesi üzerinde durulması gerekli diğer bir veridir.
Rusya’nın gerektiğinde nükleer kuvvetlere başvurmasının ana koşulları şöylece sıralanabilir:
Bu koşullar geçerliyse ilk planda stratejik nükleer kuvvetler değil, taktik nükleer silah kullanımı öncelenebilir. Burada bir kademelendirme de söz konusu olabilir. Çatışılan hasım güce karşı bir güç gösterisi sergilemek amacıyla tahribat gücü daha düşük nükleer kuvvetlerden yararlanılabilir. Bu, karşı tarafa ciddi bir ‘sinyal’ göndermek ve nükleer tırmanmaya hazır olunduğunu ortaya koymak için başvurulabilecek seçeneklerden birini oluşturur.
Ukrayna’daki mevcut durum, nükleer silah dengesinde halen karmaşık. Bir yandan, Rusya’nın envanter ve personel düzeyinde net bir üstünlüğü var. Öte yandan, harekatın, özellikle kuzey sektöründe, Kremlin’in istediği gibi gitmediği de ortada. Rusya’nın önünde iki seçenek var. İlki, hedefleri daha dar tutup, güney sektörü ve doğudaki ayrılıkçı bölgelere odaklanmak. Bunun için konvansiyonel kabiliyet yeterli olacaktır. Öte yandan, kuzey sektöründe başarı için ısrar eder, Zelenksy hükümetini devirmeyi bir saplantı haline getirir ve NATO’ya güçlü bir ‘uzak dur’ mesajı yollamak isterse, Putin, taktik nükleer bir kumara da kalkışabilir.
Silahların kontrolü bağlamında 2021 yılının en önemli gelişmesi ABD ile Rusya arasında 2021 Şubat ayında Yeni START Antlaşmasının beş yıl süreyle uzatılmasıdır. Biden yönetimi, nükleer silahların kontrolü hususunda yapıcı bir tavır içinde olmuştur. Ukrayna’daki sıcak çatışmaların başlamasına paralel olarak Putin’in ‘nükleer şovu’ karşısında ABD’nin temkinli bir yol izleyip, bu açıklamaya koşut olarak nükleer kuvvetlerinin hazırlık ve alarm seviyesini yükseltmemesi de bu çerçevede dikkat çekti.
Rusya Federasyonu Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dmitry Medvedev’in, Rusya’ya karşı yürürlüğe konan ağır ekonomik yaptırımlara karşı Rusya’nın stratejik silahlarda indirimi öngören Yeni Start Antlaşmasından çekilebileceğini beyan etmesi silahların kontrolü/silahsızlanma alanında yeni bir sınamayla mı karşılaşılıyor sorusunu akıllara getirdi.
Peki bir mucize olur ve tırmanmanın akışı tersine dönebilir mi?
Şimdilik uzak bir ihtimal olsa da, Rusya-Ukrayna arasında bir uzlaşıya varılır ise, ABD ile Rusya arasında nükleer kuvvetlerde indirimi öngörecek bir sürecin başlatılması gündeme gelebilir. Bu hedefin izleneceği varsayımından hareketle ileride Çin’i de kapsayacak bir uzlaşı paketinin unsurları olarak şunlar akla gelmektedir:
Ukrayna’da devam eden savaş dolayısıyla nükleer silahsızlanma alanında mucizevi bir uzlaşı beklemek için henüz erken. Diğer yandan, süregiden savaş sonlandığında bu mesele yeniden kurulacak küresel düzenin gündeminde yer almaya aday.
Başlayacak olası bir sürecin Türkiye’yi de doğrudan ilgilendiren yönleri bulunmakta. Yanı başımızda cereyan eden savaşın Türkiye’ye çeşitli alanlardaki olumsuz etkileri esasen ortaya çıkmaya başladı. Bu durum veri kabul edildiğinde, şimdilik naif bir düşünce gibi görülebilirse de, ABD-Rusya ve NATO-Rusya ilişkilerini yakından ilgilendiren ve olası bir uzlaşıya temel teşkil edecek bu mesele üzerinde düşünülmesi Türkiye’nin de yararına olur.
Silahların kontrolü-silahsızlanma alanında Türkiye’nin, gücünü geçmişten alan önemli bir müktesebatı ve bunun üzerine inşa olunan müzakere geçmişi bulunmaktadır. Türkiye, etrafındaki tüm coğrafi yönleri dikkate alan, nükleer silahlarda indirime gidilebilecek olası bir süreçte aktif rol oynamaya hazırlıklı olmalı ve uygun bir konjonktürün ortaya çıkmasına paralel olarak başta Batıdaki paydaşları olmak üzere nükleer silah sahibi ülkelerle danışmalar yapmaya yönelmelidir. Türkiye’nin uzun dönemli çıkarları açısından bu yönde bir yaklaşım geliştirmesi şimdiden yeğlenmeli.
Son olarak, tüm bu siyasa önerilerini belirttikten sonra önümüzde duran askeri-jeopolitik gerçeği sürekli akılda tutmamız gerekiyor. Nükleer silahsızlanma girişimleri, Ukrayna barış görüşmeleri ve bunun gibi birçok husus, fırsatlar ve idealler olarak önümüzde duruyor. Öte yandan, Rusya’nın Ukrayna işgali sonrası, işgal başarılı olsun ya da olmasın, dünya çok daha tehlikeli bir yere dönüşecek. Dolayısıyla, bugünkü ortamda kapasite inşası ve harbe hazırlık bir numaralı reelpolitik öncelik haline geldi.